Bazen yazmak çizmek bir yana, insanın elinin kalkmadığı zamanlar olur ya, işte böyle bir hafta yaşadık. Çok üzgünüz..

Saniyeler içinde insan hayatının nasıl bir anda değiştiğini neredeyse canlı canlı izledik. Ne paran, ne malın, ne yiğitliğin ne de sağlığının anlamsızlaştığı saniyeler. Belki o gece mutlu, huzurlu, sağlıklı ve o insanları allak bullak eden PARA’lı bir şekilde sevdiklerinizle, ailenizle yatağa giriyorsunuz. Gecenin bir yarısı bir dakika içerisinde o saydıklarımdan geriye hiçbirşey kalmıyor. Para’yı özellikle büyük harflerle yazdım ki, herşeyi ona endeksleyen bir dünya da aslında ne kadar çaresiz olduğumuzu görelim.

Malzemeden çalınarak yapılan binalar, yollar, köprüler, felaketler işte o birkaç lira daha fazla kazanmak için değil mi? Yan yana iki bina. Birisi sapasağlam dururken bir diğeri kağıt gibi. Tıpkı cebimizdeki birçoğunun taptığı o kağıttan şey için. Kimin koynunda o ruladon daha fazla varsa, yaptığı iş, eylem de o paralellikte. Herşey o tomara biraz daha katmak için değil mi?

İnsanımız, devletimiz aslında saf, iyi niyetli ve yardımsever. Aradaki müptezelleri saymazsak elbette. Bakın daha “Yardım Kampanyası başlatılacak”demeden insanımız dişinden tırnağından ne varsa yollara düştü.

Ama duyuyor görüyoruz ki, yardım için alınacak malzemeleri bazı yaratıklar fiyatını bir anda ikiye üçe katlamış. Ülkenin ne kadar hırsızı, arsızı varsa yağmalamak için deprem bölgesine koşmuş.

Marmara depremi sonrası yazmıştım. Bir gün öncesi fabrikatör sahibiymiş. Emrinde yüzlerce kişi çalıştırırmış. Lüks evinde bir eli yağda bir eli balda yaşarmış. 50 saniye içerisinde ne evi kalmış, ne fabrikası, ne de ailesi. Bir kap sıcak çorba için kuyruğa girdiğinde uzatılan mikrofona anlattı dramını. “Bunca yıl yaşadığım şatafatlı hayat boşunaymış” diyordu ağlayarak.

Türkiye bir deprem bölgesi. Her an her yerde olabilir. Tarihimiz bu konuda felaketlerle dolu. Aldığımız ders ise kocaman bir sıfır. Eşek bile mayına basmaz, en salak olan bile bir çukura iki defa düşmez. Ama biz hala rüşvetle, siyası ayak oyunları ile, torpille, çakallıkla kitabına uydurarak yapıyoruz her şeyi.

Bir de deprem kovan, azrail tokatlayan şeyhler falan vardı. Onlar nerede sahi? Misal bir tarikatın hiç bitmeyen çorbası vardı. Kurup bir kazan her yere dağıtsa ya. Nasılsa hiç bitmiyor. Alayı bir AHBAP etmiyor.. yazık.

Sürekli aynı felaketi yaşayan memleketimizde hala aynı masalları dinliyoruz. “Suçlulardan gözünün yaşına bakmadan hesap soracağız” hikayeleri ile göz kapaklarımız ağırlaşıp uykuya dalıyoruz. Taa ki bir sonraki felakete kadar uyumaya devam. Sonra suçlu içinden fay geçen şehirler. İçinden haramzadelik, ahlaksızlık, kural tanımazlık geçenler ne olacak? Hastanenin gecekondudan önce yıkıldığı bir yerde hangi fayın yakasına yapışacağız?

Hala yıkıkların üstüne çıkıp siyaset kovalayanlar var. Yere batsın. Siyaset yapılacaksa cam gibi kırılan binaları yapanlara ve sağlam onayı verenlere “Çakın”

Deprem ülkesi Japonya’da yıkılan her binanın yapanı, onay vereni, göz yumanı, denetleyeni dirilir dirilir bir kez daha intihar ederdi. Onlarda suçluysan yapacağın harakiri, bizde ise hala kakara kikiri... 99 depreminde yardıma gelen Yunan’lıların kurtarma köpeğini çalanlar geliyor aklıma. İt’ten özür dileyesim var, yapan itlerden asla...

Son sözü Babil Kralı Hammurabi söylemiş; “Çürük yapılan ev yıkılırsa ve sahibi ölürse evi yapan usta da öldürülsün” hem de 4 bin yıl önce..