Politika Kasabasının Siyaset Bulvarında volta atarken, Cem Karaca’nın sesi geldi; “Nem Kaldı” diyordu gaiplerden. Döndüm; kendi yok sesi var: Öyle parsel parsel bölünmüş dünya…

Politika Kasabasının Siyaset Bulvarında volta atarken, Cem Karaca’nın sesi geldi; “Nem Kaldı” diyordu gaiplerden. Döndüm; kendi yok sesi var: Öyle parsel parsel bölünmüş dünya…

Aklıma dünyayı kan gölüne çevirerek paylaşan emperyal deyyuslar geldi ama onunkiler başkaydı ve diyordu ki:

Bir dikili daştan gayrı nem kaldı
Dost köyünden ayağımı kestiler
Gözlerimde yaştan gayrı nem kaldı

***

Ben suskun, o, yiğit geçinenlerin namert olduğu, eski dostların düşman çıktığı dünyada insan kalmanın zorluğunu haykırdı:

Arsız diye diye arsız ettiler
Nursuz diye diye nursuz ettiler
Aç koydular beni hırsız ettiler
Sermayemde suçtan gayrı nem kaldı

***

Ben, kaldırımda onu beklerken, ne ara gittiyse Millet Bahçesinden geldi sesi;

“Eşeği saldım çayıra / Otlaya karnın doyura / Gördüğü düşü hayıra / Yoranın da…”

Diyordu. Yanındaki Kazak Abdal; “Münkir münafıkın soyu…” deyince anladım ki köyü yıkıp harap eden biri var ve mezarına bir tas su dökülmesini istemiyorlar…

Kimsenin de soru sormasına izin vermiyorlar. Sıkıysa sorsun! İkisi birden çığırıyordu:

Kazak Abdal nutk eyledi / Cümle halkı dahleyledi / Sorarlarsa kim söyledi / Soranın da…

***

Millet Bahçesinden çıkıp mahalle aralarına dalınca Ferdi Tayfur’un sesi yankılandı: Bir yanım cehennem, bir yanım cennet…

İlerledim… Az ötede Ahmet Kaya; “Artık seninle duramam / Bu akşam çıkar giderim…” diyordu. Ben dünyevi meşakkatlerin, insani arzuların peşinde bitap düşmüşken, o, hesap bile görmüyordu:  Hesabım kalsın mahşere / Elimi yıkar giderim…

***

Ben bunu diyemiyorum sevdiğime… Yanımda Ahmet Kaya olsa, “Su gibi akar giderim” de; terk ettiğimin sefa sürecek olması yok mu; “Dişimi sıkar giderim” diyorum, gidemiyorum… Kafama sıkmam sorun değil de bozar sandığım acılar, belalar yok mu? Var! O dem; “Kurşun gibi, mavzer gibi / Dağ gibi patlar giderim” amma gidemiyorum…

“Elinde bir buzbağ şişe” ile gelen Fosso Necdat, “Dolanıyor köşe köşe”, velakin, hiç kimse, “Yürüyorken zalım zalım / Demişler ki gel bakalım” diyemiyor ona…

Yusuf Hayaloğlu’nun hayali, “Fos tirina nirinom da / Fıs tirina nirinom…”

***

Bir de ölüm ile ayrılık var… “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar” tartmasına da sen istediğin kadar, “Seyyah oldum gezdim gurbet elleri / Anlatayım başa gelen halleri” de…

Diyeceğin belli: “Çok çektim ölümden beter ayrılık / Ölümden çok çektim beter ayrılık”

Bu kadarı ödül gibi! Çünkü “Gurbet eli bizim için yapmışlar…”

Sonra da oturup; “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar / Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık…”

***

Ölümdü, ayrılıktı derken, yelkenlerim indi! Yalakalık yapayım dedim sevdiğime!

 

Nasıl methedeyim sevdiğim seni
İstanbul, Bursa’yı değer gözlerin
Arasam bulunmaz ruhi revanı
İzmir’i Konya’yı değer gözlerin

Uçtukça uçtum;
“Karsı Ardahan’ı Erzurum Van’ı / Belh’i Buhara’yı değer gözlerin”

Tamam ben onu seviyordum ezel ezeli ve o bir dünya güzeli ama “Bağdat’ı Basra’yı Acem Şiraz’ı / Büsbütün dünyayı değer gözlerin” sözlerimin de faydası olmuyordu…

***

Yoruldum, kırıldım, duruldum… Önce Kazak Abdal ile Cem Karaca, sonra da Ahmet Kaya’nın sesi ve sureti kayboldu. Ardından sevdiğim…

Uyandım… Günaydın dostlar, merhaba hayat…