“Göçmenlik bir buğulu cam hali değil mi? Ne dışarısı net olarak görünüyor ne de içerisi. Ama yine de göçmenler hep bir pencere arıyor. Akıp giden hayata pencerenin ardından bakmak düşüyor nasiplerine.” Gökhan Duman, 11.Peron 

Öncelikle belirtmeliyim ki “göç, göçmenlik, psikoloji” vb. kavramlar çerçevesinde kaleme aldığım bu yazıyı sadece bizim ülkemize göç edenler olarak yani yazıda da belirttiğim gibi “ben ve öteki” olarak okumamak ve anlamlandırmamak şart. Yoksa bir yere varamayız. Hiç empati kuramıyorsanız bizim sadece göç almadığımızı, nesillerdir çok da göç verdiğimizi hatırlayın. Bizim ülkemizden göçen çok fazla insan var ve “göçmen” olmanın insani yönü her yerde aynı!

Göç̧ ve göçmenlik kavramı son zamanlarda artan mülteci krizleri ve ırkçılık ile beraber gerek yerel gerek uluslararası gündemde kendine yer buluyor. Şüphesiz ki krizin bu denli büyümesinde eşitsizliğe sebep olan politikalar ve başarısız bir ekonomi yönetiminin yüksek payı var. Ancak temelinde insan doğasının karanlık dehlizlerinin yapısal özellikleri de var. Nasıl yani? dediğinizi duyar gibiyim. Sorunuzu “temel psikoloji” olarak cevaplıyor ve bahsi yükselterek anlatmaya devam ediyorum.

Temel psikolojinin en önemli unsurlarından biri “ben ve öteki” ayrımıdır. Tıpkı siyah olmadan beyazın da mümkün olamayacağı gibi öteki olmadan da ben olmaz. “Ben” bilinen ve tahmin edilendir, yönetilebilir ve görece zararsızdır. Öteki ise yabancıdır, yönetilmesi zordur ve bilinmezliğinin altında potansiyel bir tehlike taşır. Ötekiye duyulan bu negatif tutumun kökenlerinde hiç kuşkusuz önyargı yatar. Bu önyargının temelinde de çocukluğun ilk üç yıllık döneminde “yabancı kaygısı” adı verilen durumun ortaya çıkması yatar.  Yabancı kaygısından dolayı çocuk, tehlike olmasa dahi etrafında bulunan yabancılardan korku duyar ve bu durum önyargının temelini oluşturur. Bu korku ve önyargılar, “yabancı korkusu/düşmanlığı”na doğru giden yolda besleyici olabilir. 

Yukarıda bahsettiğim fiziksel sınır dışında “psikolojik sınır” kavramından söz etmek de faydalı olabilir. Psikolojik sınır, bireylerin ulusal sınırlar gibi fiziksel sınırlandırmaları “biz ve onlar” psikolojisine dönüştürerek içselleştirmesi olarak açıklanabilir. “Biz” kavramını oluşturan halk, grubunu korumak için yeni gelenden korkar ve mevcut fiziksel sınırları korumaya uğraşır. “Öteki” olarak adlandırılan kişiler ise toplumsal yaşamda yolunda gitmeyen her şeyin sorumlusu olarak görülür. Buradan da anlaşılabileceği üzere yabancılara karşı süregelen nefret söyleminin sebebi yalnızca göçmenlerin kendileri değil; grup kimliğine karşı oluşabilecek tehditlerdir. Dolayısıyla, yalnızca göçmenlerin sorumlu tutulduğu nefret söylemlerini değerlendirirken bu gibi çok katmanlı unsurları da göz ardı etmemek gerekir. 

Bir uzmanı referans alarak konuyu detaylandırmama gerek yok. Aslında hepimiz başka bir ülkeye göç etmenin bireyin kimliğinde ve iç dünyasında kalıcı etkiler yaratan komplike süreç olduğunu biliyoruz.  Kişi, alışık olduğu yemekleri, müzikleri, geleneklerini ve hatta dilini arkasında bırakmak zorunda kalır. Yeni ülke ise hiçbir şekilde alışık olmadığı çeşitli faktörlerle beraber tam karşısındadır. Alışılması ve adapte olunması gereken yüzlerce şey vardır. Sürecin getirdiği kayıpların acısı ile değişimin getirdiği kaygının birleşmesi, yoğun bir kaygı sürecini başlatır.

Kısacası, madalyonun diğer yüzüne bakıldığında, “ben” için “öteki”nin yabancılığıyla mücadele etmek zor iken “öteki”nin de tamamen yabancı olduğu ve ırkçılık başta olmak üzere çeşitli sorunlarla başa çıkmaya çalıştığı bir hayatın daha da zor olduğu kolaylıkla söylenebilir. 

Son yıllarda göçmenlik konusunda artan toplumsal tartışmalarda birtakım söylemlerin sürekli yinelendiğini gözlemliyoruz. Bunlardan biri “Eğer ülkeleri gerçekten çok kötü durumdaysa neden ziyarete gidiyorlar?” söylemidir. Bu soruyu irdelerken yine bebekleri gözünüzün önüne getirmenizi öneriyorum. Mesela yürümeye yeni başlayan bebeğin dış dünyaya açılmak için yaptığı denemelerden sonra sıklıkla annesine geri dönmesini ve ondan destek/enerji/motivasyon vb. almasını düşünelim. Göçmenlerin ara sıra memleketine dönmesini de bu şekilde açıklayan pek çok uzman var. Anayurttan ayrılan göçmen, anayurduyla kurduğu içsel bağını dışarıdan desteklemek ister ve yaptığı ziyaretlerle iç dünyasındaki anayurt tasarımını canlı tutmaya çalışır. Zira doğduğu andan beri bildiği ve öğrendiği ne varsa yenileriyle değiştirmesi ve genellikle içinde bulunduğu yeni kültürün getirdiği kültürel asimilasyonu kabul etmesi gerekir. İşte tam olarak bu nedenledir ki geçmişte bıraktıklarına duyulan özlemin yanında, göçmen kişi göç ettiği vatanını görerek enerjisini yenilemek ister.